Tahtadan Taşan Gerçekler: Eğitim Sistemine İçerden Bir Bakış

Bir eğitim öğretim yılının daha sonuna geliyoruz. Her yılın sonunda olduğu gibi, okulların bahçeleri biraz daha sessizleşiyor; sınıflar boşalıyor, defterler kapanıyor. Ancak bu kapanış sadece bir takvim yaprağının daha yırtılması değil; aynı zamanda binlerce öğrencinin, öğretmenin ve eğitim çalışanının içinde taşıdığı umutların, hayal kırıklıklarının ve çabaların bir yıl boyunca biriktirdiği yükün bir nevi bilançosu. Eğitim sisteminin içinde on iki yıldır görev yapan bir kamu çalışanı olarak, bu dönemin bana hissettirdikleriyle kaleme sarılmak istedim.
Bu yazı; sıradan bir yılsonu değerlendirmesi değil. Birbirini tekrar eden eğitim döngülerinin, değişmeyen sorunların ve sistemin görünmeyen ama hissedilen katmanlarının bir sorgulaması. Eğitim dediğimiz yapı sadece müfredat, sınav ya da diploma ile sınırlı değil. O yapı; çocukların hayata, insanlığa ve kendilerine nasıl baktığını belirleyen bir zemin. İşte bu zeminde neler eksik, neler yanlış, neler değiştirilmesi gerekiyor? Hem bir memur, hem bir gözlemci hem de bu sistemin içinden biri olarak bu soruları soruyorum.
Türkiye’de Eğitim Sisteminin Genel Çerçevesi
Türkiye’de eğitim sistemi, yapısal olarak merkeziyetçi ve tepeden inme kararlarla şekillenen bir düzene sahip. Milli Eğitim Bakanlığı tarafından belirlenen kurallar, ülkenin dört bir yanında, coğrafi, kültürel ve sosyoekonomik farklılıklar gözetilmeksizin uygulanıyor. Bu da eğitimde “tek tip” bir anlayış yaratıyor. Oysa bir köy okulundaki ihtiyaç ile büyükşehirdeki bir okulun dinamiği tamamen farklı. Eğitim, bulunduğu yerin dokusuna göre şekillenmeli. Türkiye’de ise bu yerelliğin izi dahi yok.
Bir başka temel sorun da eğitim süresinin yapay bir şekilde uzatılması. 4+4+4 sistemiyle birlikte eğitimin basamaklara ayrılması, her biri için sınav, geçiş, yeni bir adaptasyon süreci anlamına geliyor. Bu model, öğrenciyi akademik hayata değil, sınavlara hazırlayan bir yapıya dönüştü. Öğrenciler, daha küçük yaşlardan itibaren sistemin kendisine uyum sağlamaya çalışırken öğrenmekten uzaklaşıyor. Eğitim süresince verilen tatiller de bu yapıya hizmet etmekten uzak. Kasım ve Nisan aylarında verilen birer haftalık ara tatiller hem öğrenci hem öğretmen açısından fiziksel ve zihinsel olarak yeterli değil. 15 tatil ya da yaz tatili gibi uzun aralar ise çoğu zaman plansız, programsız ve amaçsız geçiyor.
Tatillerin bu kadar verimsiz geçmesinin nedeni, sistemin bütünsel bir planlama anlayışından yoksun olması. Öğrencinin tatilde nasıl dinleneceği, neyle meşgul olacağı, hangi becerileri geliştireceği üzerine herhangi bir yönlendirme ya da destek yok. Yaz tatili sadece “dinlenme” olarak algılanıyor; oysa bu süre, gelişimsel açıdan çok kıymetli. Finlandiya gibi ülkelerde yaz tatili daha kısa tutulurken yıl boyunca dengeli ve sürdürülebilir bir eğitim planı uygulanıyor. Ayrıca öğrencilerin zihinsel yorgunluğu göz önünde bulundurularak ders saatleri ve içerikler esnek planlanıyor.
Türkiye’de ise tam tersi bir durum söz konusu. Öğrenciler günde altı, yedi saat ders görmek zorunda kalıyor. Derslerin içerikleri ağır, yöntemler klasik ve öğretmenler çoğu zaman süreci sadece “bitirmekle” yükümlü. Öğrencinin bir konuyu ne kadar anladığı değil, o konunun hangi haftada işleneceği önem taşıyor. Bu da öğrenmeyi, sadece zamanla yarışılan bir düzene dönüştürüyor.
Tüm bu yapısal sorunlar içinde müfredatın sık sık değiştirilmesi de öğrencinin öğrenme sürekliliğini ciddi şekilde zedeliyor. Her yeni bakanla birlikte sistemin yeniden inşa edilmeye çalışılması, öğretmenlerin de öğrencilerin de adaptasyonunu zorlaştırıyor. Eğitimde istikrar ve öngörülebilirlik sağlanmadığı sürece, sistemin kendisi öğrenmenin önünde bir engel olarak kalacak.
Kurumdan ve Sınıftan Gözlemler
Eğitim sistemi çoğu zaman bakanlık düzeyinde şekillenen belgeler, projeler ve yönetmeliklerle konuşulur. Ancak asıl gerçekler sınıfların içinde, okul koridorlarında ve öğretmen odalarında gizlidir. On iki yıldır bir okulda çalışan biri olarak, bu sistemin en görünmeyen ama en etkileyici yönlerine tanıklık ettim.
Kış aylarında, henüz hava aydınlanmadan okul yollarına düşen çocuklar, soğukta, karanlıkta ve uykulu gözlerle derse giriyor. Türkiye’de yıllardır saatlerin geri alınmaması, özellikle küçük yaş gruplarını olumsuz etkiliyor. İçeri girdiklerinde onları bekleyen kitaplar ise çoğu zaman eksik, yetersiz ve gerçek yaşamla bağlantısız. Müfredat, çocuklara bir şey öğretmeyi değil; sistemi yürütmeyi hedefliyor. Üstelik ilk okullarda sınıfta kalma gibi bir yaptırımın uygulanmaması, sorumluluk bilincini neredeyse tamamen ortadan kaldırıyor.
Daha da çarpıcı olanı; akran zorbalığının artık ilkokullara kadar inmiş olması. Çünkü çocuklar kontrolsüz, denetimsiz ve yönlendirilmeden bırakılıyor. Yakın zamanda Konya’da yaşanan olayda, öğretmenin sınıfta olmadığı bir anda bir çocuk, arkadaşının gırtlağını sıkarak onu yoğun bakıma sürükledi. Bu sadece münferit bir olay değil; sistemin içine işlemiş bir sorunun dışavurumu. Aynı zamanda öğretmene yönelik şiddet olaylarının, cinayetlerin yaşandığı bir ülke gerçeğindeyiz.
Veliler ise eğitimi bir ortak sorumluluk olarak değil, bir “başından atma” mekanizması olarak görebiliyor. Çocuklarını okula bırakıp, tüm yükü devlete ve öğretmene yıkıyorlar. Oysa çocuk yetiştirmek, sorumluluk ister; eğitmek, emek ister. En sıkı kurallar, en dikkatli yönlendirme bence ilkokulda başlamalı. Çünkü ağaç yaşken eğilir. Ve biz o ağaca sadece bakmakla yetiniyoruz, eğitmiyoruz.
Memur Gözüyle Eğitim
Eğitim sistemi denince ilk akla gelenler öğretmen ve öğrenci olur. Oysa bu yapının görünmeyen ama vazgeçilmez bir bileşeni daha var: idari personel, yani okullarda görev yapan memurlar. Bu çalışanlar, çoğu zaman eğitim tartışmalarında adı bile anılmayan ama sistemin günlük akışını sürdüren temel bir iş gücüdür. Ben de bu yapının içinde on iki yıldır görev yapan bir memur olarak, eğitimin sadece sınıflarda değil; aynı zamanda evraklar, yazışmalar, formlar, sistemler ve talimatlar arasında şekillendiğini yakından gözlemliyorum.
Okullarda idari süreçler artık sadece belge düzenleme ya da arşiv işleriyle sınırlı değil. Neredeyse her gün güncellenen sistemler, yazışma kalıpları, denetim raporları ve performans belgeleri memurların iş yükünü katbekat artırıyor. MEBBİS, e-Okul gibi dijital sistemler ise pratiklikten çok bir tür baskı aracı haline gelmiş durumda. Tek bir kodun yanlış girilmesi, tek bir satırın eksik bırakılması bazen okulun tamamını etkileyen zincirleme sorunlara yol açabiliyor.
Görev dağılımı ise başlı başına bir belirsizlik alanı. Müdür, müdür yardımcısı, öğretmen, memur ve hizmetli gibi roller arasındaki sınırlar zaman zaman net değil. Acil işlerde memur öğretmenin işini, öğretmen yöneticinin görevini üstleniyor. Bu da kurum içinde görev çatışmalarını ve stresli ilişkileri doğurabiliyor. Yönetici ile memur arasında net bir iletişim kanalı kurulmadığında, görev bilinci değil; sadece işi “yetiştirme” telaşı ön plana çıkıyor.
En önemli sorunlardan biri de sistemin resmi diliyle insan ilişkilerini bastırması. Okullarda her şey resmiyetle yürüyor: yazı diliyle, kodla, talimatla. Oysa eğitim bir kamu hizmetidir ama aynı zamanda insanla yürüyen bir süreçtir. Evraklar tamam olsa da, insanlar kendini değerli hissetmiyorsa; işleyiş ne kadar sistematik görünse de aslında temelsizdir.
Bugün eğitimde üretim mantığı yerleşmiş durumda. Öğrenci bir çıktı, öğretmen bir üretici, memur ise bu üretimin evrak sorumlusuna dönüştürülmüş. Ancak hiçbir sistem, motivasyonu hiçe sayarak sürdürülemez. Eğitim çalışanlarının yaşadığı yorgunluk, değersizlik ve motivasyon eksikliği sadece bireysel bir sorun değil; sistemsel bir açığın sonucudur. Eğitimde başarıyı yalnızca sınav sonuçlarıyla değil, çalışanlarının mutluluğu ve inancı üzerinden de değerlendirmek gerekir.
Sistemsel Sorunlar ve Eleştiriler
Türkiye’de eğitim sistemi, yıllardır yapısal sorunların gölgesinde ilerliyor. Sorunların çoğu geçici ya da teknik değil, köklü ve sistemin genetiğine işlemiş durumda. Bu yüzden her yeni düzenleme bir yarayı kapatmaktan çok, üstünü örtmeye yarıyor. Asıl meseleye dokunulmadığı sürece, sistemin değiştiği sanılıyor ama sorunlar katlanarak büyüyor.
Bunlardan ilki, kuşkusuz sınav odaklı yapıdır. Öğrenciler ilkokuldan itibaren adım adım sınav sistemine dahil ediliyor. Hayatlarının büyük bölümü test çözerek, puan hesaplayarak ve bir sonraki adıma hazırlanmakla geçiyor. Oysa sınav, sadece bir ölçme aracı olmalıydı. Ancak Türkiye’de sınav bir yaşam biçimine dönüşmüş durumda. Bu, öğrencilerde büyük bir stres, aidiyetsizlik ve bıkkınlık yaratıyor. Herkes aynı sınav sistemine sokuluyor ama kimsenin başlangıç noktası aynı değil. Eğitimde fırsat eşitliği, yalnızca bir ilke olarak kâğıtlarda duruyor.
Bir başka temel sorun, müfredatın hâlâ ezberci bir anlayışla düzenlenmiş olması. Çocuklara düşünmeyi, analiz yapmayı, sorgulamayı değil; doğru şıkkı bulmayı öğretiyoruz. Eğitim, bilgiye ulaşma yollarını öğretmek yerine bilgi yüklemeyi tercih ediyor. Bu da öğrencileri pasif, edilgen, düşünmeyen bireyler haline getiriyor. Eğitim sisteminin amacı birey yetiştirmek değil; kalıba uyan insan üretmek gibi görünüyor.
Öğretmenler ise bu sistemin tam ortasında, en büyük yükü taşıyan grup. Sürekli değişen yönetmeliklerle, yetersiz mesleki gelişim imkanlarıyla ve toplumdaki saygınlıklarının giderek azalmasıyla yüzleşiyorlar. Öğretmenlik artık sadece bir meslek değil; bürokrasiyle boğuşan, duygusal olarak yıpranmış bir konum haline geldi. Oysa eğitim sisteminin en temel taşı öğretmendir. Öğretmeni yalnızlaştırarak, değersizleştirerek bir sistemi ayakta tutmak mümkün değil.
Sistemsel sorunların en derinlerinden biri de eğitim politikalarının sık sık değişmesidir. Her bakanla birlikte gelen yeni sistem, önceki kazanımları silip yerine başka bir yapı kurmaya çalışıyor. Bu da hem öğretmen hem öğrenci açısından sürekli bir uyum baskısı yaratıyor. Eğitim gibi uzun vadeli bir alan, kısa vadeli politik hedeflere kurban ediliyor.
Tüm bunların sonucunda Türkiye’deki eğitim sistemi, insanı değil başarıyı, düşünceyi değil doğru cevabı, empatiyi değil performansı merkeze alıyor. Bu yapıda birey değil, “veri” önemli hale geliyor. Eğitim, bir çocuk yetiştirme süreci değil; sistemsel göstergelerle yönlendirilen bir üretim alanına dönüştürülüyor. Oysa eğitim, toplumu şekillendiren en insani süreçtir. Ve bu süreç, şeffaflık, süreklilik ve samimiyetle yeniden inşa edilmelidir.
Kapanış ve Umut
Bir eğitim yılının sonuna daha geldik. Ama aslında sona gelen yalnızca bir yıl değil; eksiklerle, hatalarla, ihmallerle geçen bir döngü. Bu yazı, bir yılın muhasebesinden çok, yıllara yayılan bir sistemin eleştirisiydi. Gördük ki; çocuklarımızı birer birey olarak değil, istatistiksel veri olarak gören bir anlayışla eğitim inşa edilemez. Eğitimcileri yalnız bırakan, öğrencilere kulak asmayan, veliyi sadece izleyici konumuna iten bir yapıdan nitelik çıkmaz.
Yine de umutsuz değilim. Çünkü her sabah okula gelen çocukların gözlerindeki ışık, öğretmenlerin sessizce gösterdiği fedakârlık, hâlâ değişime açık bir ruh taşıyor. Eğitim, sistemle şekillenir ama insanla anlam kazanır. İnsanı merkezine almayan hiçbir sistem sürdürülebilir değildir.
Belki büyük reformlar bir gecede gerçekleşmez. Ama küçük adımlarla, samimi çabalarla, kararlılıkla yeni bir yol mümkün. Eleştirmek, umudu kaybetmek değil; iyiyi aramaktır. Bu yazı da o arayışın küçük bir parçası olsun. Yeni eğitim yılları, sadece takvimde değil; zihniyetlerde de bir dönüşüm getirsin.