Neden Bu Kadar Çok Hastalanıyoruz?

Tıbba karşı hep bir merakım oldu. Hastalıkların nasıl oluştuğunu, bedenin neye nasıl tepki verdiğini, hangi tedavilerin neden işe yaradığını anlamaya çalışırım. Zaman zaman ilginç hastalık öyküleriyle karşılaşıyorum; kimi zaman bir dokunuşla değişen bir hayat, kimi zaman çaresizliğin içinden doğan bir direnç… Okuduğum her makale, izlediğim her vaka beni biraz daha düşündürüyor: Hastalık dediğimiz şey, sadece fizyolojik bir bozulma mı gerçekten?
Giderek artan hastalıklar ve yaygınlaşan rahatsızlıklar arasında, bazen kendimi bir haritanın izini sürerken buluyorum. Ve bu harita, çoğu zaman sadece organları değil, yaşamı da işaret ediyor. Belki de hastalıklar, sadece bedenin değil; çağın, insan ilişkilerinin, hayat biçimlerimizin de bir yansımasıdır. Bu düşünce beni hep derinleştiriyor: Neden bu kadar çok hastalanıyoruz?
Bedenin Diliyle Konuşmak
İnsan bedeni, bazen sözlerle anlatamadıklarımızı dile getirir. Bir baş ağrısı, belki de uzun süredir sırtlandığımız bir yükün sembolüdür. Bedenin dili, sözcüklerden daha eski ve daha içten bir iletişim şeklidir. Ne zaman bir ağrı, bir huzursuzluk hissi ya da sürekli tekrarlayan bir rahatsızlık baş gösterse; sanki beden, “Bir dur, bak, dinle!” diyordur.
Modern tıp, hastalıkları semptomlar ve tanılar üzerinden tanımlar. Ama bazen, tanı konulamayan yorgunluklar, açıklanamayan mide ağrıları ya da geçmeyen uykusuzluklar olur. İşte o anlarda, vücudun bize ne anlatmak istediğini düşünmek gerekir. Belki bir duyguyu bastırmışızdır. Belki içsel bir denge bozulmuştur. Belki de ruh, beden aracılığıyla sesini duyuruyordur.
Bu yüzden hastalıkların anlamı üzerine düşünmek, sadece tedavi değil; kendimizi daha yakından tanımak anlamına da gelir. Bedenin dili, zamanla öğrenilen bir alfabe gibidir. Ne kadar dikkat kesilirsek, o kadar derinden duyarız. Belki de bazen iyileşmek için ilaca değil, kendimize bakmaya ihtiyaç duyarız.
Otoimmün Hastalıklar: Bedenin Kendine Yöneldiği Anlar
İlk kez lupus adlı otoimmün hastalığı okuduğumda, bir tıp metninden fazlasını görmüştüm. Bağışıklık sisteminin kendi dokularına saldırması fikri, beni derinden etkilemişti. Vücudun, kendini savunmak yerine kendine zarar vermesi… Sanki bedenin içinde bir yanlış anlaşılma, bir iç savaş yaşanıyor gibiydi. Bu biyolojik olayın arkasında, düşündüğümüzde çok daha insani bir hikâye var gibi geliyor bana.
Otoimmün hastalıklar, belki de insanın kendi içinde yaşadığı çelişkilerin biyolojik yansımasıdır. Hayatta da böyle değil mi zaten? Bazen en çok kendimize yükleniyoruz. Başarısızlıklarımızda, eksikliklerimizde, acılarımızda ilk cezalandırdığımız hep kendimiz oluyoruz. Bedenimiz de bunu fark ediyor olabilir mi? Belki de bağışıklık sistemi, bize bizimle ilgili unuttuğumuz bir şeyi hatırlatmaya çalışıyordur.
Bir lupus vakasını okurken aklıma şöyle bir düşünce geldi: Acaba biz de duygusal olarak kendi içimize saldırıyor muyuz? Kendimizi yetersiz gördüğümüzde, sevilmediğimizi hissettiğimizde, hayal kırıklıklarını bastırmaya çalıştığımızda… Tüm bu biriken duygular bir şekilde dışa vurmak zorunda kalıyor olabilir mi?
Otoimmün hastalıkların bilimsel bir açıklaması elbette var. Ama aynı zamanda, bu hastalıklar bize bir şey anlatıyor olabilir. Belki de beden, bu tür tepkilerle bize kendimizi yeniden keşfetmemiz için bir kapı aralıyor. İçsel huzursuzluğun fiziksel dile dönüşmesi gibi… Ve bu dili okumayı öğrenmek, iyileşmenin ilk adımı olabilir.
Görünmeyen Acılar: Münchausen Sendromu Üzerine
Bazen hastalık, sadece bir fiziksel bozulma değil; görülme, duyulma, anlaşılma isteğinin bir tezahürü olabilir. Münchausen sendromu olarak bilinen psikolojik durumda, bireyler bilinçli olarak hasta rolüne bürünür. Ağrılar uydurulur, semptomlar abartılır, hatta bazı vakalarda fiziksel zararlar bilinçli olarak verilir. Ama bütün bu davranışların arkasında yatan asıl neden, dikkat çekmekten çok daha derin bir şeydir: “Ben buradayım” deme arzusu.
Bu durumun düşündürdüğü şey şu olabilir: İnsan bazen gerçekten bir rahatsızlıktan değil, anlaşılmamaktan yorulur. İçsel bir acıyı söze dökemeyen kişi, bedenini bir anlatı aracı olarak kullanabilir. Bu bir çığlıktır aslında — sessiz, ama etkili. Görülmeyen bir ruhsal boşluğun, görünür bir bedensel forma bürünmesi…
Münchausen sendromu belki uç bir örnek gibi gelebilir ama hepimiz zaman zaman bunun izlerini taşırız. Kendimizi kötü hissettiğimizde ilgilenilmek isteriz. Bir acıyı paylaşmak için fiziksel bir şikâyeti öne süreriz. Bu, insan olmanın bir yönü belki de. Ama burada asıl soru şudur: Biz gerçekten neyi anlatmak istiyoruz? Bedenimiz üzerinden kime ne söylemeye çalışıyoruz?
Belki de bazen hastalık, bir varlık bildirisi, bir “beni duyun” çağrısıdır. Bu düşünce, sağlık denince aklımıza gelen sınırları yeniden çizmeye davet eder bizi.
Hastalık Üzerine Düşünmek: Sessiz Bir Çağrı
Belki de hastalık, yalnızca bir bozulma hali değil; yaşamla kurduğumuz ilişkinin bir göstergesidir. Bu yazı boyunca gördüğümüz gibi, kimi zaman bağışıklık sistemi kendine döner, kimi zaman beden ruhun yükünü taşımakta zorlanır. Bazen görünmeyen acılar, görünür şekillerde dile gelir. Tüm bunlar bir bütün olarak şunu düşündürüyor: Sağlık sadece bedensel bir konu değildir.
Modern çağda insan, kendi bedenini dışsal bir nesne gibi görmeye alıştı. Ama beden sadece bir taşıyıcı değil; bizimle konuşan, bizimle yaşayan, bizimle düşünen bir varlık. Bedenin verdiği sinyalleri duymak, sadece tıbbi bir takip değil; aynı zamanda içsel bir yolculuktur.
Hastalanmak, belki de bir uyarıdır. Bir yavaşlama çağrısı, bir dönüş daveti… Hayatın içindeki aşırılıkları, duygusal çalkantıları, bastırılan hisleri yeniden görmek için bir durak. Bu durakta, sadece iyileşmek değil, aynı zamanda kendimize yaklaşmak da mümkündür.
Sonuçta, hastalık bir düşman değil; bazen bir öğretmen olabilir. Bize bedenimizi, ruhumuzu, ilişkilerimizi ve yaşam biçimimizi yeniden düşündürür. Ve belki de en büyük iyileşme, bu düşünmeye cesaret ettiğimiz an başlar.