
Uyanmakla Başlamayan Bir Gün
Sabah saat yedi. Telefonun alarmı titriyor. Henüz gözlerimi tam açmadan içimden geçen ilk cümle şu: “Bugün pazartesi…”
Ne olduysa oluyor. O saniyede ruh ağırlaşıyor, omuzlar çöküyor, zaman yavaşlıyor. Oysa daha hiçbir şey olmadı. Güne başlamadım bile.
Bazı günler vardır, başına bir şey gelmeden seni yorar. Pazartesi de böyle bir gün benim için. Ve yalnız değilim. Bunu sokakta yürüyen yüzlerden, servisteki sessizlikten, okul koridorlarındaki yavaş ayak seslerinden anlayabiliyorum.
İlkokulda çalışıyorum. Her hafta, pazartesi sabahı öğrencilerin yüzlerine bakıyorum: Uykulu, isteksiz, sessiz. Öğretmenlerin de gözleri aynı; hafta sonundan kalma yorgunluk değil bu, yeni haftanın yükünü omuzlamışlar sanki.
“Pazartesi sendromu” adını verdiğimiz bu duygu, aslında hayatın içinden bir işaret gibi. Hafta sonunun verdiği kısa rahatlığın ardından gelen zorunluluklar, mesailer, sorumluluklar… Sanki hepsi aynı gün bir araya geliyor ve pazartesiyi zihnimizde ‘haftanın en uzun günü’ne çeviriyor.
Bu sadece bireysel bir hal mi? Yoksa pazartesi denilen şey aslında hepimize yüklenmiş bir ortak duygusal külfet mi?
Soru 1: Pazartesi gününden neden bu kadar korkuyoruz? Bu, sadece işin başlaması mı, yoksa içinde bulunduğumuz sistemin dayattığı bir baskı mı?
Hepimiz pazartesi sendromunu duymuşuzdur. Hatta çoğumuz yaşıyoruz. Hafta sonu bitince, alarm çalınca, mesai başlayınca… Pazartesi sabahı bir ağırlık çöküyor üstümüze. Oysa gün henüz başlamadı. Belki sadece uykumuz eksik değil, belki ruhumuz da eksik. Eksik olan sadece zaman mı, yoksa içimizde bir şeyler mi?
Ben de bu yazıda kendi pazartesilerime, çalıştığım okulun sabahlarına, çocukların yüzlerine ve sistemin üzerimize bıraktığı görünmeyen yorgunluğa bakmak istiyorum. Belki bu sadece bir gün değildir. Belki de her pazartesi, sistemin kendini bize hatırlatma şeklidir.
Soru 2: Pazartesi sabahları sadece bedensel bir yorgunluk mu taşır, yoksa duygusal ve zihinsel bir direnç mi hissederiz?
Sendrom Değilse, Nedir?
“Pazartesi sendromu” deyip geçiyoruz. Ama gerçekten bu bir sendrom mu? Klinik bir tanı mı? Yoksa kolektif bir iç çekiş biçimi mi? Herkesin ortaklaştığı bir içsel yorgunluk mu sadece?
Psikolojide sendrom, belirli bir hastalığın semptomlarının bir araya gelmesiyle tanımlanır. Oysa pazartesi sendromu bir hastalık değil. Ama ilginçtir: Neredeyse herkes yaşıyor. Bu duygu halini tarif edemiyoruz ama içimizde biriken bir tedirginlikle uyanıyoruz. Sadece yataktan değil, sanki içimizden de kalkamıyoruz.
Bana göre bu, sistemin bizde bıraktığı bir iz. Belki de pazartesi, haftanın ilk günü olmasından çok, yaşamın zorunluluklarını yeniden hatırlattığı gün olduğu için bu kadar ağır geliyor. Tatilin bitmesi, görevlerin başlaması, başkalarının beklentilerine dönmek zorunda olmak… Pazartesi aslında “yeniden başlama”nın değil, “yeniden boyun eğme”nin günü olabilir mi?
Çocukların bile haftanın bazı sabahlarında daha sessiz, daha içe dönük olduğunu gözlemliyoruz. Henüz yaşları küçük ama ruhları çoktan bu düzene adapte edilmiş gibi. Okula adım attıklarında omuzlarında bir yük var sanki. Bu yükün adı ders değil, pazartesi. Bu gösteriyor ki; sorun bireysel isteksizlik değil, sistemin çok erken yaşta zihinlere kodladığı bir yorgunluk.
Pazartesi sendromu belki de bizim değil, içinde yaşadığımız düzenin sendromudur. Ne zaman dinlensek bile yetmemesinin, ne zaman başlasak bile ağır gelmesinin nedeni; zaman değil, yapıdır. Ve biz bu yapının içinde her pazartesi, aynı döngüyü yeniden yaşamaya mahkûm oluruz.
Soru 3: Gerçekten pazartesiden nefret ettiğimiz için mi böyle hissediyoruz, yoksa yaşamak zorunda kaldığımız hayat bize her pazartesi bunu hatırlattığı için mi?
Pazartesi, Zamanın Kırılma Noktası mı?
Haftanın ilk günü olmak, sadece takvimsel bir sıralama değildir. Pazartesi, zamanın zihnimizde yeniden şekillendiği bir eşiktir.
Bazen bu eşik bir kapı gibidir: içeri girmek zorunda kaldığımız. Bazen bir duvar gibidir: çarptığımız.
Zamanı yedi güne bölmek, insana düzenli yaşamayı öğretmiş olabilir ama aynı zamanda yorgunlukları da planlamıştır.
Her şeyin tekrar başladığı, yeni hedeflerin yazıldığı, sorumlulukların yeniden hatırlatıldığı bir gündür pazartesi.
Bu da onu yalnızca bir gün değil, bir psikolojik “başlangıç baskısı” hâline getirir.
Belki de insan ruhu bu kadar keskin bölünmeleri kaldıramaz.
Bir haftayı unutmadan diğerine geçemiyorsa, önceki hafta yarım kalmışlıklarla biterken, pazartesi hep fazla gelir.
Çünkü çoğu şey eksik bırakılırken, bizden hep tam bir başlangıç beklenir.
Bu yüzden pazartesi sendromu, sadece haftanın yükü değil; insan olmanın, tamamlanamamanın, eksik kalmanın ve buna rağmen yeniden başlamanın sendromudur.
Bir hatırlatmadır: Yorgunluğumuz haftalardan değil, beklentilerden oluşuyor olabilir.
Gerçekten Değişebilir mi?
İyi de… Tüm bunları fark etmek, bir şeyi değiştirmeye yeter mi?
Pazartesi sendromu adını verdiğimiz bu toplu ruh hali, sadece farkına vararak silinir mi?
Bazen düşünüyorum: Belki de pazartesiye yüklediğimiz anlamı değiştirmeliyiz. Belki günleri suçlamak yerine, onları bu hale getiren sistemi sorgulamalıyız.
Zorunluluğun, hızın, yetişmenin bu kadar kutsandığı bir düzende; pazartesilerden nefret etmemiz aslında çok normal.
Fakat bu nefretin bizi dönüştürmesine izin vermek yerine, anlamamıza aracı olmasını sağlayabiliriz. Belki pazartesi sendromu, değişmesi gereken hayatımızın bize her hafta attığı küçük bir işarettir.
Bir uyarı ışığı. Ruhsal bir alarm.
Bazen bu sendromun çözümü, büyük sistemlerin değişmesinde değil; bizim hafta başlarına nasıl baktığımızda gizlidir. Kendimize daha fazla alan açmakta, hafta sonunu tüketmek yerine soluklanmakta, pazartesiyi düşman ilan etmek yerine onunla barışmakta…
Elbette bu kolay değil. Ama fark etmek, her zaman ilk adımdır. Pazartesi sabahları ruhumuzu ezen ağırlığı tamamen kaldıramasak da, onun nereden geldiğini bilmek bile bizi güçlendirir.
Çünkü belki de pazartesi sendromu, değişmesi gereken bir günden çok; değişmesi gereken bir hayata işaret ediyor olabilir.
Belki de her pazartesi kendime şu soruyu sormalıyım: Bugün neden bu kadar zor geliyor?
Belki cevabı yok. Belki de var ama sessizlikte saklı.
Bildiğim tek şey, bu sorunun cevabını erteledikçe pazartesiler daha da ağırlaşıyor.
– Belki de haftayı sevmek, pazartesiyi anlamakla başlar.